USD38,12
%0.09
EURO43,40
%0.9
EURO/USD1,13
%0.41
Petrol64,50
%-0.26
GR. ALTIN4.011,37
%1.42
BTC3.198.633,57
%0.28
Bahçeci Rabia
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. “BALIK SIRTI”

“BALIK SIRTI”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Çocukluğuma;

Daha çocukken fark edilmişti benim bu dünyaya ait -olmadığım- olamadığım. Onlarca çatık kaşların arasından, alaycı bakışlardan ve böbürlenmekten şişmiş bedenlerin arasından bir başıma sıyrılmaya çalışırdım. Evet, haklıydılar ben bu dünyaya ait değildim. Olmamalıydım. Enkaz gibi yıkılan heveslerimin arasında ben gözü yaşlı bir lodos iken nasıl ait olabilirdim ki? En sert yerimden eşmiştim bir kere, fırtınamın kopmaya başladığı çocukluğumda “Evet, ben bu dünyaya ait değildim.”

Henüz okul yıllarımın başıydı. Dört duvarı kireçle boyanmış odamın, güneşi gören en parlak köşesinde, ben karanlıktaydım. Bu karanlık bana ait değildi. Dış dünyanın beni solgun göstermeye çalışıp, boynuma geçirdiği bir kelepçeden başkası değildi. Beni hayata bağlayan, bülbülün duysa lal olacağı o sesle uyanırdım her sabah.

Yalnızca bu ses içime umut kırıntıları serperdi, bense bir serçe edasıyla toplardım tüm kırıntıları. Hoş, toplardım da neye yarardı ki? Kıyısı köşesi yeşilliklerle dolu, henüz evlerin bile yerli yerine oturmadığı o sokaklarda kapıyı aralamamla, alaycı bakışların kurbanı olurdum. Topladığım kırıntılar da yerle yeksan olurdu. Beni toparlamak ise yine o sesin sahibine düşerdi. Anneme. Belki de beni koruyup kollayan sonsuz sevgiyi hissedebileceğim tek yüreğe. Dedim ya, okul yıllarımın başıydı. Bense hayatımın bir nebze de olsa değişebileceğini düşündüğüm o sıralara oturmanın sevincini yaşıyordum. Yaşıyordum ama nerden bilebilirdim ki, zaten sancılı geçen hayatımın şiddetini artırıp beni yiyip bitireceğini. Yine de bendeki de bir umuttu işte. Altı yaşında karanlık bir kuyunun dibine atılmış; sessiz ve ürkek bir o kadar da yeşermeye müsait bir umut. Aynı umut o sımsıcacık yürekte de vardı.  Annem de benim gibi okula başlamamın heyecanını yaşıyordu. Hem nasıl yaşamasın, evin küçük, sessiz kızının eli artık kalem tutacaktı. Belki de kendinin yaşayamadığı kaderi, kendi elleriyle kızı için yazacaktı.

Okula başladığım o dönemde annem her zaman mavi önlüğümü giydirir, üzerine işlemeli beyaz yakalardan takardı. Saçlarımı da hep at kuyruğu yapardı. Evdeki mavi maşrapanın içine su doldurur, tarağı içine daldırıp biraz ıslatırdı, ben incinmeyim diye usul usul tarardı saçlarımı. Sonra tam tepeden toplar, iki ucu kancalı tokayı dolardı saçlarıma. Bir de yeşil tacım vardı. Bir tarafı biraz soluktu ama annem ne zaman başıma taksa ‘prensesim’ derdi bana, ardından yanağıma küçük bir öpücük kondururdu. Bu mutluluk bana öylesine yeterdi ki metrelerce uzanan engebeli yokuşu tozu dumanına katarak aşardım. Biraz seke seke yürüdüğüm o yolun sonunda okula ulaşırdım. Okul benim için farklı bir duyguydu. Yeni arkadaşlar tanımak, bilmediğim oyunlar öğrenmek en önemlisi de öğretmenimin anlattıklarını bir bir aklıma kazımak fikri heyecan verirdi bana. Öyle ya okulla yatar okulla kalkardım. İçime işlemiş bu duygunun kor alevinde harlanıp dururdum.

Büyüdüğüm mahalle kalabalık olduğu için okulumuzda iki kademeli eğitim sistemi uygulanırdı. Birden beşinci sınıfa kadar olanlar öğlen, beşten sekize kadar olanlar ise sabah girerdi derslere. Ben ise öğlenciydim. Dersten yarım saat önce gelirdim okula. Arkadaşlarımda öyle yapardı. Sabahçılar okulu boşaltana kadar bahçede oynardık. Sonra eline mikrofonu alan müdür yardımcımız sıraya geçmemiz için seslenirdi. Hepimiz sınıf şubelerimize göre bahçedeki yerimizi alırdık. Öfkeli sesi ve çatık kaşlarıyla elindeki mikrofona iki tık tık yapan müdür yardımcımız istediği düzen sağlanana kadar tekrar ederdi;

“İkili düzen al, kolları uzat, hizayı bozma.” Denileni yapardık. Nasıl yapmayalım ki? Sınıf öğretmenimiz de yanımızdan geçerek aynı şeyleri tekrarlardı. Sonra iki şanslı kişi mikrofonun başına geçer, ‘Andımız’ı  okurduk. O iki kişi olabilmek için öylesine yarışırdık ki, parmağımızı boyumuzun iki katı uzatırdık fark edilebilmek için. Sonra yine şubemize göre sınıfın yolunu tutardık. Sıramıza oturana kadar, bahçedeki düzeni bozmazdık.

Ben sınıfta en ön sırada oturdum. Öğretmenimiz derslere odaklanabilmemiz için oturma düzenini ‘bir kız bir erkek’ şeklinde ayarlamıştı. Haliyle benim yanımda da erkek arkadaşım oturuyordu. Onunla pek anlaşamazdık. Gelişimini bizden biraz geç tamamladığı için bazı zamanlar onun yazılarını da ben yazmak zorunda kalırdım. Sanırım aramızdaki anlaşmazlıkta bu nedenle olurdu. Yine de çocuk ruhumuzla döğüşe kalkışa geçerdi günlerimiz. Teneffüs zamanlarımız kısacık olmasına rağmen; dolu dolu geçerdi.  Doyasıya eğlenirdik. Karanlık dünyamı unuturum belki diyordum ya hani gerçekten de öyle olurdu. Kurduğum arkadaşlıklar düştüğüm o kuyuyu aydınlatmıştı sanki renkli ışıklarıyla. Büyüsüne kapıldığım bu dönemde artık bende arkadaşlarım gibi bu dünyaya ait olduğumu düşünmeye başlamıştım. Boynuma dolanan o kelepçenin anahtarını buldum sanmıştım.

Sanmıştım ama öyle sürmeyeceğini de kısa süre de anladım. Annemin at kuyruğu bağladığı saçlarımı bir oyana bir bu yana sallayarak yine okulun yolunu tuttum.  Bu kez yalnızda değildim. Aynı sokakta oturduğumuz arkadaşlarımla okul saati köşe başında toplandık. Annelerimiz bizi birbirimize emanet etti. Bizde anlaşıp yola koyulduk. Engebeli yokuşun dikliğine aldırmayıp koşmaya başladık. Yokuşu kim ilk önce inerse yarışı o kazanacaktı, buydu amacımız. Düzlüğe çıktığımızda ise, nefes nefese kalmış olurduk. Sırtımızdaki çantayla koşulmayacağını acı acı tecrübe etsek de vazgeçmezdik bu huyumuzdan. Nihayet okula ulaştığımızda ise yük olan çantaları bir tarafa fırlatır kaldığımız yerden devam ederdik eğlenceye.

Arkadaşım yanında ip getirmiş o gün. Zil çalana kadar oynayacaktık. Belinay ve Şule iplerin birer ucundan tutmuştu. Ben ise atlayacaktım. O sırada okula annesiyle birlikte gelen pembe çantalı, sarı saçlı bir kız yanaştı yanımıza. Saçları iki yandan balık sırtı örülüydü. Annesinin ve kendinin yüzünde karanlık dünyamdaki alaycı bakışlar vardı. Bu beni tedirgin etti. Bir süre beni süzdüklerini fark ettim. Sonra annesiyle göz göze gelip gülüştüler. Başımı öne eğdim, annem olsa ona sarılırdım biliyorum. Yaşadığım olaya yine anlam veremedim. Biz oynamaya devam ettik. O sıra zil çaldı ve sınıflarımıza geçtik.

Dışarıda annesiyle birlikte bana gülen o kızda bizim sınıfa gelmişti. Annesinin öğretmenimin yanına yanaşıp, “Biz bu mahalleye yeni taşındık öğretmenim, kızım da bu sınıftaymış.” dediğini duydum. O sıraya kalmadan öğretmenim bir yere yerleştirdi. Sonra yüksek sesle bizimle tanışırdı. İsmi Eda’ymış.

Tanışmanın ardından ilk derse başladık. Öğretmenimiz hepimizle tek tek ilgilenirdi. Öğrenmenin heyecanıyla dersin nasıl geçtiğini anlamadan teneffüs vakti geldi. Sınıfa yeni gelen arkadaşımızın Belinay ve Şule ile sohbet ettiğini gördüm. Ben de yanlarına gittim. Eda herkesle hemen kaynaşmıştı. Sanki sınıfa yeni gelen o değil gibiydi.

Ben yanlarına gittiğimde suratının asıldığını fark ettim. Merhaba demeye kalmadan; “Bu saçların hali ne, annemle çok güldük.” dedi. Neye uğradığımı şaşırmıştım, cevap bile veremedim. Eda’nın saçları altın sarısıydı. Annesi iki yanından balık sırtı örmüş, uçlarına pembe kelebekli tokalardan takmıştı. Ben tüm bunları onun bana söylediği sözlerden sonra fark ettim. Boynumdaki kelepçenin acısını hissederek uzaklaştım yanlarından. 

Eve geldiğimde suratım asıktı. Annem bir şey olduğunu hemen fark ettiğinden usulca yanıma geldi. Neyim olduğunu sorduğunda; “Anne yarın benim saçlarımı balık sırtı örer misin? Hem ucuna pembe tokalarda takarız” dedim. Annem bunun nereden çıktığını sorguladı. Tamam kızım diyemedi de. Çünkü balık sırtı örgü örmeyi bilmiyordu. İlk kez annemin yüzünde o çaresiz bakışı gördüm. Benim gözümden süzülen yaşların arasına anneminki de karışmıştı. Ve bir süre devam eden sessizliğin ardından; “Kızım ben bu örgü türünü bilmiyorum, istersen düz örelim” diye ikna etmeye çalıştı beni.

Tabi olacakları bildiğimden annemin bu teklifine evet diyemedim. İkimizde bu duruma oldukça üzülmüştük. Ait olamadığım bu dünyada boğazıma bir ilmek daha geçmişti. Günlerdir içime dolan yaşama hevesi yerini yine ümitsizliğe bırakmıştı. Kireçle boyanmış odamın duvarları gözüme simsiyah görünüyor, nefes alamıyor gibi hissediyordum. Kelimeler düğüm düğüm olurken boğazımda ben yine anlamsız bir insan oldum. Annemin çaresiz bakışlarına denk gelmesem saatlerce ağlardım. Elinden bir şeylerin gelmeyişinin acısını belki de kendimden çıkarırdım. Dedim ya ben bu dünyaya hiç ait olamadım.

Öykü: Rabia Bahçeci

(Kendime ait kurmaca bir öyküdür, çocukuğumda yazdığım)

“BALIK SIRTI”
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Acayip Bi Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!